17 Haziran 2024
Türkiye’den kalabalık bir gazeteci grubuyla beraber geçen haftayı Avrupa Birliği’nin başkenti olarak kabul edilen Brüksel’de geçirdim. Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Nikolaus Meyer- Landrut’un daveti tam da Avrupa Parlamentosu seçimlerinin arkasına denk gelince, kendimizi hararetli ‘Avrupa nereye?’ tartışmasının göbeğinde bulduk. Geziye dair detaylı izlenimlerimi başka bir yazıda okuyacaksınız. Bugünün konuğu ise aktif bir dört senenin ardından Türkiye’ye veda etmeye hazırlanan Büyükelçi Landrut.
Takip edenler bilir, Alman Büyükelçi Landrut’un Brüksel- Ankara hattında yaşananlara - aslında yaşanmayanlara- dair yorumları daima ziyadesiyle ölçülü biçili oldu. Giderayak yaptığımız bu konuşmanın çerçevesi de aslında çok farklı olmamış diye düşünebilirsiniz. Ancak yine de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik müzakerelerinin fiilen askıda olduğunun buz gibi bir gerçeklik olarak kayda geçirilmesi açısından önemli buldum söylediklerini. Elbette Büyükelçi Landrut müzakereler için ‘askıda’ ifadesini kullanmadı ama durum tam olarak budur. Türk hükümeti çıkardığı yasalarla artık kapağını bile açmadığı AB müktesebatından uzaklaşmaya devam ettiği sürece de iki taraf da ‘mış’ gibi yapmayı sürdürecek belli ki. Satır aralarında okuyacaklarınızın özeti maalesef başka şey değil.
Sadece yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü alanlarında karşılanmamış kriterlerin değil, vize serbestisi için Türkiye’nin atması gereken adımların da hâlâ masada durduğunu hatırlattı Landrut. Türkiye’nin ‘terör’ kavramını çok geniş yorumluyor olmasının ve kişisel verilerin korunması konusundaki Türk mevzuatının AB mevzuatından uzak olmasının vize meselesiyle arasında doğrudan bir bağ olduğunun altını çizdi. Özetle, Türk vatandaşları açısından Schengen vizesini neredeyse uzak bir hayale dönüştüren ana mevzudan, yani Avrupa ülkelerindeki göçmen karşıtlığından, çok daha fazla faktör devrede.
- Dün yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri, Avrupa’nın genelinde sağ siyasetin en sağında duran, hatta yer yer ırkçı diyebileceğimiz çizgide siyaset yapan partilerin kayda değer başarısıyla tamamlandı. Aşırı sağ artık Avrupa Birliği politikalarının belirlenmesinde kilit bir oyuncu haline geldi diyebilir miyiz? Yoksa şu an için bu abartılı bir yorum mu olur?
Bu sürecin nereye evrileceğine dair yorum yapmak için henüz erken. Seçimin somut sonuçları üzerinden gidelim. Merkez sağ parti Avrupa Halk Partisi (EPP) parlamentodaki en güçlü grup konumunu korudu, hatta beş sene önceki seçimdekinden daha fazla sandalye kazandı. O halde seçimin asıl kazanını EPP’dir. Yani seçimi birileri kazandıysa o da EPP’dir, aşırı sağ partiler değildir. Yine somut sonuçlar üzerinden devam edelim. Parlamentodaki ikinci grup olan Sosyal Demokratlar, beş yıl önce sahip oldukları milletvekili sayısını yaklaşık olarak korudular. Parlamento zemininin iki önemli aktörü olan Liberaller ve Yeşiller ise sandalye kaybetti. Aşırı sağ partiler ise sandalye kazandı. Bugün kritik olan konu AB Komisyonu Başkanının seçimidir. Von der Leyen’in koltuğunu koruması için 720 milletvekilinden 361’inden oy olması gerekiyor. Kimin kimi destekleyeceği önümüzdeki günlerde yapılacak görüşmelere bağlı olacak muhakkak ki. Bir devlet memuru olarak sonucun ne olacağı konusunda tahminde bulunmak benim için çok zor. Benim şu an tek yapabileceğim seçimin somut sonuçlarını rakamsal açıdan analiz etmek olur. Bu çerçevede baktığımda da EPP seçimlerden sadece en güçlü olarak çıkmadı, fazladan sandalye de kazandı.
- Bu açıdan baktığınızda aşırı sağ partiler hâlâ sayısal olarak Avrupa Parlamentosu’nun ilk üş grubu arasına girmiş değil. Hatta bazı ülkelerdeki yükselişin aksine genelin ortalaması alındığında beklenen ölçüde bir sıçrama yapmadıklarını düşünen analistler çoğunlukta. Gelinen noktanın Avrupa açısından uzun vadeli sonuçları elbette tartışmaya açık ama bugün için bu sonuçların ‘AB aygıtı’ açısından ‘bir nevi rahatlama’ olduğunu mu söylüyorsunuz?
Seçimler hakkında yorum yapmak, ‘rahatlama’ ya da ‘rahatlama değil’ demek bana düşmez. Ben bir devlet memuru olarak sadece sonuçların somut açıdan ne anlama geldiğini dikkate alabilirim. Hangi siyasetçinin mevcut Komisyon Başkanı Von der Leyen’e yeniden oy vereceğine dair spekülasyonda bulunamam. Ama bu aritmetikte aşırı sağ partilerin kendi başlarına bir başkan adayı empoze etmeleri zor görünüyor. Ama bu siyasetin konusudur, nitekim önümüzdeki görüşme süreçleri tam olarak bununla alakalı olacak. Öte yandan ise bu sonuçlar elbette üye ülkelerdeki iç politika tartışmalarının net yansımasıdır. Bazı üye ülkelerde seçmen tercihlerinin daha da sağa kaymakta olduğu kuşkusuz politik bir gerçekliktir.
- Bu politik gerçeklik, yani AB üyesi daha fazla üye ülkede artık göçmen karşıtlığının daha kuvvetle benimseniyor olması, farklılıkları reddeden siyasetin yükselişi Türkiye açısından ne anlama geliyor? Türkiye’nin AB süreci bu seçim sonuçları öncesinde zaten çıkmazdaydı, bu gidişat zaten ilerlemeyen üyelik müzakerelerini nasıl etkiler?
Öncelikle AB- Türkiye ilişkilerinin bu kez Avrupa Parlamentosu adaylarının seçim kampanyalarında öne çıkan bir konu olmadığını belirtmek isterim. Üye ülkelerdeki seçim kampanyaları başka konular üzerinden yürüdü. Türkiye bu tartışmaların bir konusu olmadı. Oysa biliyoruz ki daha önceki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türkiye’nin adaylığı bazı ülkelerde yoğun biçimde kampanya unsuru olarak kullanılmıştı. Biliyorsunuz, biz AB Komisyonu olarak Kasım 2023 sonunda Türkiye ile aramızdaki etkileşimi geliştirmek ve ilerletmek için atılabilecek adımlara ilişkin tavsiyelerin yer aldığı bir belge sunduk. Son aylarda gördük ki Konsey’de de bu tavsiyelerden bazılarının kademeli ve ihtiyatlı biçimde uygulamaya konulması konusunda bir yaklaşım var.
- Meşhur Borell Raporu’ndan bahsediyorsunuz.
Komisyon raporundan bahsediyorum çünkü bu, Borell'den daha fazla Komisyon’un yetkinliğidir. Ancak tabii siz isterseniz Borrell raporu olarak anabilirsiniz. Bu rapordaki tavsiyelerimizin ne kadarının kademeli olarak uygulanacağını görmemiz gerekecek. Ama sonuçta bu rapor bizim açımızdan bir yol haritasıdır. Ve benim gördüğüm kadarıyla Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları bu yolda ilerlemeyi imkânsız hale getirecek bir mesele değil.
- Bu kez AP seçimlerinde seçmeni belli bir karar almaya iten etkenlerin başında Türkiye'nin gelmediğini söylerken, bunun iyi bir şey olduğunu, dolayısıyla da Türkiye ile AB ilişkilerinin fazladan negatif bir etkiye maruz kalmayacağını ima ettiniz sanırım. Yanlış mı anlıyorum sözlerinizi?
Söylemek istediğim şu ki; bizim Komisyon olarak Kasım 2023’te ortaya koyduğumuz tavsiyeler Avrupa Birliği genelinde büyük itiraz görecek gibi görünmüyor. Önerilerimiz AB Konseyi içinde bir sorun haline gelmedi.
- Sizce AB üyesi ülkelerin seçmenleri, Türkiye ile AB arasında ne olup olmadığını ya da sizin önerilerinizin ne anlama geldiğini anlayacak kadar yakından takip ediyor mu bu süreci?
Avrupa Parlamentosu seçimlerine giren siyasetçiler elbette olup biteni takip ediyorlar. Vatandaşları ve medyayı bilgilendirmek de onların görevi, endişeleri vesaire varsa onları elbette anlatıyorlar kendi halklarına. Mesela, son birkaç yıldır Avrupa ülkelerinin neredeyse hepsinde Rusya’nın saldırgan tutumu ve onun karşısında Ukrayna'nın nasıl destekleneceği konusunda bir tartışma var. Ukrayna meselesi siyasi tartışmalarda büyük bir hakimiyet kuran bir konuydu. Doğaldır ki Avrupa’daki siyasi partilerin bu sorun karşısında kendilerini nasıl konumlandırdıkları da Komisyon’un yapılandırılmasında ve Komisyon’un yeni başkanını destekleyecek yeni bir çoğunluğun oluşturulmasında önemli bir husus olacaktır. Yine seçim sürecinde gördük ki Yeşil Dönüşüm’ün vatandaşlar üzerinde yarattığı etki, bireysel davranışlar üzerindeki etkisi büyük tartışmalara neden oldu.
- Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlama kararı neredeyse 20 sene önce 2005 yılında alındı. Aradan geçen süre içinde bırakın tam üyeliği, katılım sürecinden dahi bahsedilmez oldu adeta. Mutlaka ki Avrupalı seçmen de bunu görüyor ve tartışmaya gerek duymuyor. Seçmen tutumu bir yana benim için daha çok irdelenmesi gereken sizin, yani AB kurumlarının tutumu. Sanki hem Brüksel hem de Ankara üyelik müzakereleri yerine başka gündemleri konuşmaktan çok da rahatsız değil. Türkiye neredeyse aday ülke muamelesi görmüyor artık, haksız mıyım?
Türkiye bir aday ülkedir.
- Madem Türkiye hâlâ aday ülke, AB Konseyi yani asıl kararları alan organ neden Türkiye konusunu detaylı olarak tartışmıyor dahi?
Biz AB Komisyonu olarak her sene Türkiye için bir ‘İlerleme raporu’ hazırlıyoruz ve bu raporda siyasi değerlendirme yapılıyor. Konsey de her sene bu rapora dayalı olarak bir değerlendirmeyi zirvelerde kayda geçiriyor. Biliyorsunuz Avrupa Parlamentosu'nun da her yıl Türkiye’ye dair bir kararı var. Bahsettiğiniz katılım süreci, normalde sonbaharda yayınlanan yıllık raporlara dayalı bir süreçtir. Maalesef bu raporların hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, demokrasi alanlarındaki gerilemeyi kayda geçirmesi gerekiyor. Raporda yazılanlar da hem AB Konseyi’nin hem de Avrupa Parlamentosu’nun genişleme sürecine ilişkin alacağı kararların temelini oluşturuyor. Şu anki şartlarda hiçbir AB kurumunun da deyim yerindeyse hiç şeyi yok…
- Türkiye konusunu konuşmaya iştahı yok, bunu mu diyorsunuz?
Bakın, katılım sürecinde siyasi kriterler esastır ve eğer bu kriterlerde bir gerileme olduğunu görürsek, ayrışmanın arttığını görürüz. Katılım sürecine geri dönmek Türkiye'nin elinde. Türkiye’nin bizim raporumuzda dile getirilen konulara nasıl yanıt vermek istediğini düşünmesi gerekiyor. Bunun yapılmadığı ortamda çıkan sonuç da sizin söylediğiniz gibi katılım sürecinin beklemede olmasıdır.
- Sizin ‘bekleme’ dediğiniz aslında müzakerelerin fiilen askıya alınmış olması değil mi? Net olarak söylenmeyen ama ima edilen bu değil mi?
Müzakereler durmuş durumda, beklemede. Biz mevcut durumu raporlarımızda değerlendiriyoruz. Ve tüm AB kurumlarının da bizim raporlarımız temelinde kararlar alması gerekiyor. Eğer bu sonbaharda açıklanacak 2024 raporunda AB Komisyonu hukukun üstünlüğü gibi alanlarda ilerleme rapor edebilirse, Konsey de buradan nasıl devam edileceğine dair bir tartışma yapabilir. Ancak son yıllarda raporlarımızda da ifade edildiği üzere Türkiye’deki durum sürekli bir gerileme halindedir. Raporlar halka açıktır, herkes değerlendirmelerimizi görebilir. Türkiye’de hükümet bu rapora katılabilir veya katılmayabilir. Ancak bu bizim değerlendirmemiz ve bu raporlar Türkiye’nin katılım sürecinin nasıl ilerleyeceği konusunda tüm AB kurumlarına yol gösteriyor. Aralık ayındaki zirvelerde AB liderleri bu raporlar ışığında karar alıyor.
- Müzakereleri ‘durma’ halinden çıkartacak ve Konsey’in Türkiye hakkında yeniden bir tartışma açmasına neden olabilecek en önemli üç adım ne olur?
Öncelikler elbette siyasi kriterlerdedir.
- ‘Siyasi’ dediğiniz Kopenhag Kriterleri çok geniş bir alanı kapsıyor. Daha spesifik olarak AB’nin Türkiye’den acil adım beklediği dosyaları isimlendirir misiniz? Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanması mıdır? Ya da Yargının bağımsızlığına ilişkin endişeleri giderecek yeni bir reform süreci midir? Erdoğan hükümeti hangi adımı atarsa Brüksel’in sürece bakışı değişir?
Öncelik vermeyeceğim çünkü bu bana düşmez. Ankara'da büyükelçi olarak yapabileceğim ya da bizim AB Komisyonu olarak yapabileceğimiz şey, elimizden geldiğince dürüst bir şekilde durumun resmini çizmeye çalışmaktır. Ve biz zaten raporumuzda durumu gördüğümüz şekilde tasvir ettik. Elbette hukukun üstünlüğü, Avrupa Konseyi’nin ve mahkemelerinin kararlarının uygulanması elbette önemli unsurlardır. Bunlara zaten onlara defa işaret ettik. İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmenin etkisine de işaret ettik. Bütün bu alanlarda ne kadar ilerleme olursa tartışma da o ölçüde farklılaşır ve belki de başka kararların önü açılır.
- Hükümetin, Türkiye’deki sivil toplum temsilcilerini ve gazetecileri hedef alma ihtimali kuvvetli yeni bir ‘etki ajanlığı’ düzenlemesini 9'uncu Yargı Paketi'ne ekleyeceği haberlerini takip etmişsinizdir. Bu ihtimal, AB açısından endişe verici yeni bir unsur mudur mesela?
Görmediğim bir yasa hakkında yorum yapmayacağım ama masaya konan her yasayı mutlaka yakından inceleyeceğim.
- Türkiye'de terör tanımının kapsamıyla ilgili olarak AB geçtiğimiz 20 sene içinde pek çok farklı düzlemde eleştirilerini dile getirdi. AB müktesebatına göre ifade özgürlüğü kapsamına giren pek çok şey Türkiye’de yasalar kullanılarak mahkemeler tarafından kolaylıkla terörle ilişkilendirilebiliyor. Bu şu anda Brüksel ile Ankara arasında yapılan görüşmelerin bir konusu mudur?
Terörizmin tanımı, vize serbestisi sürecindeki ölçütlerden biridir. Türk hükümeti de bunu biliyor. Hükümet hem diğer alanlarda hem de vize serbestisi yolunda ilerlemek istiyorsa topun kendi sahasında olduğunu biliyor.
- Okuyucularımızın anlaması açısından buraya açıklık getirmenizi rica ediyorum. Zira terör tanımı ile vize serbestisi arasındaki koşulluluk ilişkisi Türkiye kamuoyunda pek bilinen bir konu değil. Mesela İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine vetoyu kaldırmak için Türkiye’nin bu iki ülkeden iadesini istediği kişilerle ilgili olarak iki ülkeden de ‘bazıları terör suçlamasına denk gelmeyen şeyler nedeniyle isteniyor’ şeklinde itirazlar gelmişti. Benzer bir sorundan mı bahsediyorsunuz?
Suçluların iadesi adli iş birliğine dayanır ve her dosyanın kendi içinde değerlendirilmesi gerekir. Bu değerlendirmenin ardından AB üyesi ülkelerin yargı makamları kendi hukuki mevzuatlarına göre iade talebine yanıt verir. Bu bir siyasi süreç değildir, adli iş birliği sürecidir. Ama evet şu var; bizim AB içindeki müktesebatımıza göre terörizm tanımı daha sınırlı bir tanımdır. Ve aday ülkelerden beklediğimiz de budur.
- Yani Türkiye’nin de terör kavramını bu kadar geniş yorumlamaması gerektiğini söylemiş oluyorsunuz değil mi? Peki bu neden Türkiye’ye vize serbestisinin de bir koşulu? Dışişleri Bakanı Hakan Fidan birkaç hafta önce yaptığı bir açıklamada “Bu konuda eksik kalan hususların tamamlanması konusunda çalışmalarımıza devam ediyoruz. Amacımız vize serbestisinde AB ile müzakereyi tam anlamıyla başlatmak” dedi. Türkiye 2016’daki geri kabul anlaşmasının diğer şartlarını yerin getirdiğine göre geriye kalan kriter bu mudur; terör kapsamını daraltmak?
Türkiye Geri Kabul Anlaşması ile taahhüt ettiklerini belli bir süre yaptı ama 2020 yılında durdurdu. Yani 4 yıldır Yunan adalarından sığınmacılar geri alınmıyor.
- Ama buna rağmen Yunanistan hâlâ memnun, dahası takip edebildiğim kadarıyla Yunanistan Türkiye’den geçen sığınmacılar konusunda büyük rakamlar raporlamıyor.
Bu mülteci anlaşmasıyla ilgili olarak şunu söyleyeyim; göçlerin azaltılması, dolayısıyla Ege Denizi'ndeki ölüm ve sefaletin azaltılması yönünde iş birliğinin temelleri duruyor. Bu süreçte
Türkiye'nin bu yükle başa çıkması konusunda AB'den büyük destek geldi. Bugün görüntü sizin söylediğiniz kadar net değil, biraz daha karışık. Kimin ne zaman geri aldığına, kaç gönüllünün geri döndüğüne biraz daha detaylı bakmanızı öneriyorum.
Öte yandan evet, 2016’da bu anlaşmada yer alan vize serbestisi için belli kriterler konulmuştu. Oradaki yol haritasına bakarsanız Türkiye'nin hâlâ yerine getirmesi gereken kriterlerin olduğu açık. Ve Türk yetkililer bunu biliyor. Kriterler arasında hem terör tanımı var hem de kişisel verilerin korunması konusunda Avrupa mevzuatına uyum var. O kriterler hâlâ Türkiye tarafından uygulanmayı bekliyor.
- Ege’de Türkiye’den Yunanistan’a kaçak geçişler konusundaki tablonun karışık olduğunu söylediniz. Oysa Türkiye’de 2023 seçimlerinden sonra göreve gelen İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya bu konudaki kontroller konusunda çok iddialı. Son bir senedir Türkiye’nin aldığı tedbirler konusundaki değerlendirmeniz nedir?
Hem sahil güvenlik görevlileri hem de Türkiye'den sınır güvenlik görevlileri ve komşu Avrupa ülkeleri (Bulgaristan, Yunanistan ve aynı zamanda İtalya) arasında operasyonel düzeyde yenilenmiş bir iş birliği görüyorum ve bu çok önemli. Türkiye’den gelenlerin azaldığını görüyoruz ama hâlâ gelenler var. Sıfır değil ama elbette bu göç sorunlarının üstesinden gelmek zor. Kasım ayında AB Komiseri ile yeni İçişleri Bakanı arasında üst düzey bir diyalog gerçekleştirdik. Bu iş birliğini daha da somutlaştırmak ve daha etkili hale getirmek için yakın zamanda bu düzeyde ikinci bir üst düzey diyalog toplantısı yapmayı umuyoruz.
- Bu gezi sırasında bize sıklıkla şu söylendi; 2023 yılında Schengen bölgesine siyasi veya ekonomik göç statüsünde başvuran Türklerin toplam sayısı çok artmış.
Ekonomik sığınma diye bir şey yok. Sığınma başvuruları hep politik.
- Anladığım kadarıyla sadece bir yıl içerisinde yüz binden fazla Türk AB ülkelerine göçmem statüsünde başvurdu.
Bundan biraz daha fazlası evet.
- Bu rakam size Türkiye’deki siyasi durum konusunda ne söylüyor? Bu kadar yüksek oranda bir göç vermeye başlayan Türkiye, demokrasi yolunda bir ülke midir yoksa otoriterleşen hibrit bir rejim midir?
Ülkeyi nitelendirmeyeceğim. Benim böyle bir görev tanımım yok. Ama şunu söyleyebilirim elbette; Türkiye’den bireysel sığınma başvurularının son iki yılda ciddi oranda artış açıkça görülüyor. Avrupa ülkelerine sığınma hakkı kazananların oranı ise yüzde 20’nin biraz altında. Bu da şu demek; siyasi zulme uğradığını söyleyenlerin yüzde 80 kadarı yaşadıklarını gerekçelendirmede başarısız olmuş.
- AB ülkelerine sığınma başvurusunda bulunanların yüzde 80’i başvuru kriterlerini karşılamamış olabilir ama bu kadar yüksek bir rakam 10 sene önce yoktu mesela, değil mi?
Hayır yoktu, dört yıl önce de yoktu.
- Bu size Türkiye'deki siyasi durum hakkında hiçbir şey söylemiyor mu?
Bunu bize değil, ülkeyi terk edenlere sormak lazım. Bu konuda spekülasyon yapmayacağım. Biz ancak elimizdeki somut verileri değerlendirebiliriz.
- Tabii bir de Türkiye’de Schengen bölgesine artık turist vizesi bile alamayan büyük bir çoğunluk var. Bırakın vize almayı, vize başvurusu için aylarca randevu dahi alınamıyor. Bunun sebebi Avrupa Birliği ülkelerinin Türkiye’den ziyarete geleceklerin turist statüsünde gelip kalmanın yollarını arayacağına dair bir korku taşıyor olması mı? Neden bu kadar büyük boyutta bir Schengen vizesi krizi yaşıyor Türkiye?
Bu bahsettiğiniz sanki Türkiye’deki büyükelçiliklerden kaynaklanıyor gibi görünse de aslında vize başvurularını inceleyen ülkelerin merkezdeki yetkilileri. Yani başvuruları inceleyen büyükelçilikler değil. Tabii her dosya kendi içinde değerlendiriliyor. Ama şunu söyleyebilirim; son yıllarda yapılan başvurularda çok fazla eksik belge var, hatta sahte başvurularda artış olduğunu da gördük. Bu yüzden de yetkililer başvuruları incelerken daha titiz davranıyor.
- Toparlamak gerekirse Türk insanını etkileyen güncel sorunlar müzakerelerin genel seyri değişmeden çok da olumlu yönde çözülebilecek gibi görünmüyor. Hatırladığım kadarıyla daha önceki genişleme dalgalarında en uzun sürede AB’ye üye olan ülkeler yaklaşık 7 sene ile Portekiz ve Hırvatistan’dı ki Hırvatistan yola Türkiye ile aynı anda çıkmıştı. Türkiye şu an içim en uzun süre ‘aday ülke’ olma rekorunu kırmış görünüyor.
Doğrudur, Türkiye ile ilgili uzun bir süreçten geçiyoruz. Ancak her ülkenin durumu farklıdır. Bu bir süre meselesi değil. Kriterler hızlı bir şekilde yerine getirilirse süreç hızlıdır, kriterlerin yavaş karşılanması veya hiç karşılanmaması durumunda ise süreç yavaştır. Burada matematik bir denklem yok. Yani bir ülke AB’ye aday olarak başvurursa 10 yıl içinde kabul edilir gibi bir formülümüz yok. Türkiye’nin durumunda da şu an belirleyici olan kriterlerin karşılanıp karşılanmayacağı ama elbette nihayetinde bu politik bir karar olacak.
- Sanki o politik karar zaten alınmış ve Türkiye asla üye olamayacak. Sadece ben değil Türkiye kamuoyunun büyük çoğunluğu böyle düşünüyor, farkındasınızdır.
Her katılım süreci politiktir. Avrupa Birliği, Ukrayna ile katılım müzakerelerini başlatma kararı ald çünkü Ukrayna bir anda Rusya'nın saldırısına uğradı. Bu elbette oldukça politik bir karardı ama sonuçta Ukrayna’nın üyeliği kendisinin kriterleri yerine getirmesine bağlı olacak.
- 2005 yılında Türkiye ile müzakereler başlama kararı alınmadan önce hem Avrupa içinde hem de Türkiye’de AB’nin aslen bir Hıristiyan kulübü olup olmadığına dair bir tartışma vardı. 20 sene içinde yaşananlar bunu mu kanıtlamış oldu bir anlamda?
Bu doğru değil. Her şeyden önce, AB üyesi ülkelerdeki önemli oranda Müslüman topluluklar yaşıyor. Benim kendi ülkem Almanya’daki Türklerin sayısına bakın. Öte yandan sadece Türkiye ile değil Bosna ve Arnavutluk’la katılım süreçleri devam ediyor. Türkiye açısından asıl mesele kesinlikle bu değil, siyasi kriterleri karşılamanız. Tarih bize ne gösterecek elbette bilemem. Ama bugün için önemli olan adım adım ilerlemek. Türkiye, Komisyon’un tavsiyelerini esas alarak çalışmalı ve güvenin yeniden inşa edilmesine izin vermeli.
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |
“HTŞ şu an Türkiye’ye müzahir, doğru davranılırsa Türkiye’nin kontrolünde olur. Şam’da ilk görüntünün sivil bir görüntü olması daha doğru olurdu... Bahçeli’nin öne çıkardığı süreçte ilerleme olursa PYD ile görüşülebilir. Kobani, Kamışlı, Haseke’ye çekilirlerse böyle bir şeyden korkmanın anlamı yok”
Emevi Camii’ne girip namaz kılma opsiyonu zaten olmadığı için soruyu şöyle sorayım; Esad düştükten sonra Şam’a giderek sokakta Colani ile birlikte gezen ilk üst düzey yabancı yetkili CIA Direktörü William Burns olsaydı ne düşünürdük?
“İktidarın Öcalan hamlesi Putin’in Kadirov hamlesini andırıyor, Esad rejiminin düşmesi bu hamleyi hızlandırabilir. Suriye’deki Kürtlerin varlığını bir anayasa taslağıyla ilk teslim eden Rusya’dır”
© Tüm hakları saklıdır.